28 Temmuz 2007 Cumartesi

SIKICI GÜNLER

Bazı günler vardır, yataktan kalktığın anda belli eder kendini. Daha doğrusu kalkmak istemediğin halde görünmez bir elin seni yataktan attığı anda... Uyku akmaktadır gözünden, ama uyuyamıyorsundur. Yatmak istiyorsundur gerçekten ama dediğim gibi, uzandığın anda sırtından omuzlarına doğru birşeyler yükselir seni de yükseltir kendiyle. İsteksizsindir herşeye karşı; odadan çıkmak istersin, birşey durdurur seni. Sanki kapı kilitlidir ya da dışarıda bir pitbull seni beklemektedir.

Bilgisayarını açarsın. Bir bakarsın postalarına, birşey ifade etmeyen iletiler arasında gezer dsurursun. Önce bir gazete sitesini açarsın, sonra diğerini, sonra bir tane daha. Çok sürmez ama pat diye kapatman hepsini bir beş dakika sonra tekrar sıradan geçirmeden önce. Birşeyler izlemeye çalışırsın; bir beş dakika zor dayanır bünyen; durdurur açarsın tekrar müziği.

Birşey yememişsindir henüz. Yemek de istemezsin. Kapı kapalıdır ve zordur mutfağa ulaşmak. Herşey zordur kısacası.

Geçmesi gereken saatleri bekler durursun. Biri geçer, sonra diğeri; ama geçmek bilmez hepsi birden bir anda koşarcasına. Güneş batıdan uzaklaşsın biran önce, gece başlasın. Gecede daha güzel şeyler bekler seni bilirsin, uzak olsan da kokusunu alırsın. Belki de tadı hala damağında biryerlerdedir, kim bilir...

Saat üçe gelmekte. Malum yaz, günler de uzun. Sıkıldım güneşten, ay görmek istiyorum ben.

20 Temmuz 2007 Cuma

Temmuz 2007 itibariyle dumanı üstündeler

Zaman küçük bir oda

İçinden çıkamadığım;

Çok denedim çevirmeyi kapının tokmağını,

Bana mısın demedi.

Bir mahkumum burada, bu küçücük odada...

Zaman beni alır sana götürür sanırdım,

Ya da seni bana taşır.

Kalleşin tek yaptığı sensizliğe yakarılar sunmak.

Gülsem, ağlasam, bilmem olur mu umrunda.

Zaman senden daha hakim bana;

Kendimle bırakmıyor ki beni,

Her an aklımda.

Tik tak tik tak…

-----------------------------------------------------------------------

Üç gecede varıldı alacakaranlığa,

Tam üç gecenin vızıltıları çınladı kulaklarda.

Alacalıklar arasında bir ben gördüler

Nehirler akıtan...

Zordu görevim üç koca gece sonunda:

Onun var ettiklerini yok etmeliydi birileri

Ve görev benimdi.

Kim verdi, niye nasıl aldım sormayın,

Cevap vermem yasak kendime bile.

Üç gecede aldım görevi,

Bunu diyebilirim ama.

Ve üç gecenin pisliğini yıkayacak nehirleri çağlatmak kalmıştı bana.


-----------------------------------------------------------------------

Sana kaldırımlar sundum uçsuz bucaksız,

Tek tek bak diye her bir taşına.

Yürü diye çizgilere basmadan;

Kimseyi uyandırmadan, aymadan.

Sen yine yola indin,

Kaldırımlarımı beğenmedin.

Ve gelen kamyonla ilk tanışmanda taşlarımla,

Nefesini verdin...

1 Temmuz 2007 Pazar

Ben, Ego, Her Ne Haltsa İşte

Ego tanımına takıldım bugün geçen bir muhabbette. Ego denen şeyin ben yerine bencillik ya da öznel tatminle karıştırıldığını görünce biraz internet alemlerinde gezineyim, dedim; belki ben yanlış biliyorumdur tanımı. Okuduklarım benim düşündüğüm noktaya çıkıyordu sanki: ego denen şey dış çevreyle kişinin öznel ihtiyaçları arasındaki ince çizgiydi aslında. Doğrusu bu çizgi ince de değil, bayağı kalıncana birşeydi ve insanın kişiliğini, bu çizginin daha çok taştığı taraf belirlemekteydi. Bunu vakt-i zamanında Freud amca demiş, tanımlamıştı bu arada.

Peki neden bizler ego deyince hep kendi arzularımızı, bencilliğimizi anlıyoruz? Bu temel tanımlamayı karıştıran insanların büyük bir kısmı bu farkın ayırdına varamayacak insanlar da değil doğrusu. En azından bugün benle konuyu tartışan iki arkadaşıma bu konuda güvenim sonsuz.

Ben en iyisi konuyu baştan açayım sizlere... Çay içiyorduk üçümüz; Ersen, Çiğdem ve ben. Ve Ersen hayata bakışındaki değişikliklerle beziyordu konuşmamızı; gerçi acayip uykum vardı ve bu moddayken kaldırmayı pek düşünmediğim bir muhabbetti ama serde de erkeklik vardı hani, yorumumu koymalıydım ortaya. Önceleri kendini düşünerek yaşadığını, ama bir noktada hep kendini düşünüp, kendiyle uğraşıp, eksik şeyler bulup kendinde düzeltmeye çalışmaktan yorulduğunu, bıktığını artık başkalarına birşey vermenin manevi tatminini yaşamak istediğini anlatıyordu Ersen ve ben bu da aslında bir nevi ego tatmini değil midir, dedim. Bence kimse kandırmamalıydı kendini, önemsiz de olsa başkaları adına yapılan şeyler de yine temelde insanın kendi tatmini adına yapılmaktaydı. Ama o noktada girdiğimiz kavram karmaşasında Çiğdem de bana zıt bir söylem ortaya koydu:

Birkaç gün önce beraber Taksim'de yemek yerken camda bir anketör görmüştük, adamcağız diğer çalışanlara göre daha bi pasifti, anket yapacak insan bulamıyordu. Çiğdem'in isteğiyle bu amcanın yanına gittik ve kendisiyle bir güzel anket yaptık. Ve bunu yaparken sadece elemana yardım etmiş olmanın manevi mutluluğunu yaşadık. Çiğdem'e göre bu ego tatmininden farklı birşeydi, çünkü ego denen meret daha maddi unsurlarla doyurulmaktaydı.

Öyle miydi aslında acaba?

Yukarıda Freud amcanın tanımını okuduk. Biraz da benim "cereyancı" kişiliğimle ortaya koyduğum yorumdan bahsedeyim: Bence ego denen şey insanın kendini tatmin etmesidir, bu tatmin kimi zaman mutluluğu getirmeye de gebedir hani. "Ben"in tatmini çeşitli yollarla olabilir; kimini para, kimini kariyerdeki başarı, kimini aile saadeti, kimini cinsellikte alınan yol bu noktaya getirebilir; bu tamamen kişinin eğitimi, yaşam tarzı ve beklentileriyle alakalı bir durumdur. Bunlara ek olarak başkaları için ortaya konanlarla edinilen manevi tatmin de "ben"i tatmin etmenin bir yoludur, diğer seçeneklerden farkı "ben"in biraz daha dışa bağımlılaşmasıdır sadece; ego denen ara bölgenin dışa kaymasıdır biraz. Hal böyleyken Ersen'in başkaları için daha basit ama daha yararlı birşeyler ortaya koyma isteği de yine sonuçta kişisel tatmine doğru kürek çekmektedir.

Bu muhabbete bu kadar seri bir şekilde maruz kalmış olan yorgun "ben"in kafasından akanları umarım ortaya koyabilmişimdir yeterince açık bir şekilde. Bir ara tekrar elden geçirmeyi planlıyorum bu yazıyı, ama ilk haliyle de bir paylaşayım dedim...