29 Kasım 2007 Perşembe

YOL

Kalkın, dedi adam,
Yol var gidilecek.
Niceleri somurttu silkinirken,
Daha kaç günbatimi var görülecek?
Saymayı bırakın, dedi adam;
Ben bırakalı çok oldu...

Yol var gidilecek,
Gidildi katlarca fazlası.
Ağlanan çok,
Ama yok hiçbirşeye faydası.

Yol var gidilecek,
Ve çare yok gitmekten başka.
Geriye dönüp bakınca yol kısalmıyor;
Sadece günler uzuyor,
Akşam gelmek bilmiyor.


Yol var gidilecek,
Sonu var mı bilinmez.
Korkulan odur ki
Onca yoldan sonra
Tepetaklak, gerisin geri dönülecek...

Yol var gidilecek...
E Biliyoruz, ne olacak!..
Bıkıyoruz ya saymaktan,
Yine yürümeye devam...

9 Kasım 2007 Cuma

KAYBOLMAK

Sahi, neredeyim ben... Neredeyim bende, neredeyim bu ulkede, neredeyim kodumunun gezegeninde.... En onemli soru; belki de yanlis sorulmamali, sende hala olma ihtimalim var mi?..

Gavurca yanit yakiyo daha az; "of course, not!..".

Herhangi bir dilden sikilmak bu olsa gerek; karsimda olsan ve su an ne hissettigimi gozlerimden, kaslarimdan,cussemden algilasan mutlu olurdum sanirim... Neyse iste...

Son donemin en ilginc olayi bu gavurlarin da beni eglenceli adam, hep gulen adam olarak gormesi... Ben sunu anlamiyorum; devamli depresif bir kisilik nasil olur da insanlar tarafindan, mutlu, neseli, eglenceli olarak gorulur; hep samimi biri oldugumu dusunmusumdur ama bu durum bu dusunceyle ciddi bir zitlik olusturmakta, ben neyim kardesim yavv, anlayamiyorum...


Yakilasi hafizama gelince... Aynen calisiyo, ve beni her an siniyo... 6 ayliktan 23 yasima nice sacma sapan ayrintiyla benimle her an kapisma halinde zihnim, bakalim ne olacak halim ahvalim...

Adi ustunde: sinirdayim iste...

27 Ekim 2007 Cumartesi

UZAK

uzaklarda bir yagmur var
alabildigine yagiyor,
buraya dusense
kupkuru soguklugu sadece
ve ruyasi islakliginin


uzaklarda acan bir gunes
buradan goturuyor isigini
sicakligini cekiyor kalbimden,
bedenimden

uzaklarda bir ay dogdu bu gece,
bana goz kirpmaya tenezzul etmedi
benden caldigi onca seyi
bana geri vermedi

uzaklarda akan bir irmak,
debisindeki oynakligi gozyaslarima bagladi
ve beni kaygisizlikla sucladi...
ne diyebilirdim ki,
agladigim her ani ondan bile saklamaliydim...
borclu oldugum sonsuzluktan gozyaslarimi kacirmak...

yorgunum... kesinlikle...

24 Ekim 2007 Çarşamba

Yorgunluk

Gunler cok hizli geciyor bu ara; yapacak cok is var; hicbirine adam gibi konsantre olamiyorum ama dogrusunu soylemek gerekirse. Lisansin basindaki gereksiz zaman harcayan adama dondum, kafami fazla dagitiyor, cok fazla seye saplaniyorum. Gerci gereksiz ayrintilara onem verme hastaligim yeni birsey degil ama bazi donemler biraz daha gucleniyor simdi oldugu gibi. Uzun bir suredir ilk kez bu kadar bosum, bu geceye ozgu bir durum gerci. Yarin yine deli gibi calismaya devam etmek zorundayim. Hayat bu, yapacak birsey yok; bir yolu sectiginde ne gerekiyorsa yapmak zorundasin. Geri donmek bana gore degil; yola devam... Sanirim beni ben yapan en onemli ozelligim de bu, kafam birseyi taktim mi yapmadan rahat yok bana; icimdeki seytan, amaaaan bosver, dese de duramiyorum. Aklimdan bir an cikmiyor hedefim; yeter ki o sebebi sahipleneyim...

Oyle iste...

30 Eylül 2007 Pazar

AYDÖNÜMÜ

Evet, bu kıtaya ayak basışımın ilk aydönümü... Sonrakiler bu kadar da önemli olmayacaklar biliyorum... Rakamlar büyüdükçe; zaman uzadıkça -bölen olarak kullandıklarınız daha da hızlı artmadığı sürece- günler aylara, aylar yıllara bırakıveriyor kendini...

Bir aydır buradayım. Bir aydır buranın havasını soluyor, ingilizce konuşmaya çalışıyor; derdimi anlatmak adına debeleniyor ve en korktuğum ikilemi yaşıyorum: Öz dilinde belirli bir seviyeyi aşmış bir insan olarak bu dilde şimdilik ilkokul mezunu seviyesindeyim konuşurken... Çok acı verici birşey bu; düşünsenize, yaşadığım anın bende yarattığı duyguyu paylaşamıyorum karşımdaki insanla sağlıklı bir şekilde... Biliyorum pat diye olmayacak bu işler, ama umarım zaman daha çabuk geçer: kurmaya başladığı cümlenin ortasında kaybolan zavallı olmaktan sıkıldım, ya da ufak çaplı bi tarzanı oynamaktan...

En zor olanla atıldım üstüne üstlük bu yaşama; tek başıma çıktım eve ve yıllardır zaten yaşamakta olduğum yalnızlığın daha da bi acaipini yaşıyorum. Bir haftadır, kendi kendime konuşmalarımı saymazsak, türkçe konuşmadım kimseyle. İngilizceyi de çok konuştuğum söylenemez; pat diye deli gibi ödevleri dizdiklerinden başıma daha çok ineklemekle geçiyor günler; kafayı yemeye müsait bi durumdayım kısacası :)

Neyseki teknoloji denen nimet var; neyseki giriyorum internete ve ulaşıyorum kendi dilime, onu paylaşabileceğim insanlara... Bundan bir on sene önce buraya gelen insanları düşündükçe şaşalıyorum ve şükrediyorum halime; biliyorum ki kendi dilim beni bırakmayacak bir on yıl sonra, onlar kadar vahim bir hal almayacak yalnızlığım...

Dağınık kafamdan ilk ayın sonunda akanlar böyle... Bu sayfaya daha sık yazmak istiyorum ama heyecanla birşeyler yazmak için her açtığımda önceki yazdıklarım benden birşeyler götürüyor ve içimde yanan ateşi söndürüyor; onlara bir göz atmadan da olmuyor... Öyle işte; sıcacık, kanamakta olan yaralar var belki de; kabuk bağladılar mı daha kolay olacak herşey...

Daha sık görüşmek dileğiyle...

4 Eylül 2007 Salı

İHTİYAÇ MOLASI

Sonunda Yeni Dünya'dan seslenebiliyorum sizlere. Bu ilk yazıda çok birşey karalamayı planlamıyorum. Bunun yerine sizlerle çok sevdiğim bir grubu paylaşmak istedim. Liseyi okuduğum şehir, Çanakkale'den çıkmış bir grup İhtiyaç Molası ve progressive rock yapmaktalar. Özellikle ikinci albümleri sırf türkçe sözlü şarkılardan oluşmakta ve dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
Ancak sizlerle ilk albümlerinde çok sevdiğim ingilizce bir şarkının sözelrini paylaşmayı tercih edeceğim; şarkının adı "So" ve sözlerini tam ve doğru biçimde internette bulmanız neredeyse imkansız. İhtiyaç Molası'yla ilgili daha ayrıntılı bilgi, müzik ve videolar için tıklayın.


SO

Won't you feel like I
Never in a dark place
So she said it's never be,
Won't you do like I
Seems so wise
It's unless
Deep inside it's hard that I breathe,
And it's the one thing in my
Things on my getting slow..

So I wish I was lonely
So I think that it's slowing
So why can't you realize
Someone else than you
Hold on! It's like my tenders on my
Said she like...

Won't you feel like I?
Never in the darkness.
She said it's coming back
Won't you ever feel just the same?
Unless our chance?
It's like every breath that I breathe and
It's the one thing in my chains and I better slow

So I wish I was lonely
So I think that it's slowing
So why can't you realize someone
Else than you
Hold on! It's just my chains on my
Said she like to go

Well it's like cherry down simple sads.
I said with my chance
It's Oh So bad
Won't you had a light to go?
Unless my chance?
It's like every warm that I take
Hold on! Hold on to nothing!

So I wish I was lonely
So I think that it's slowing
So why can't you realize someone
Else than you
Hold on! It's just my tenders on my
Said she's got it on

It's so I wish I was lonely
It's so I think that it's slowing
So why can't you realize
Someone else than you
Hold on!..

28 Ağustos 2007 Salı

SON GECE

İşte son gece, yarılandı bile... Özlenecek çok şey var ama anlattığımda başkasına bir şey ifade edecek durumda değiller... Bana özeller asıl, bir miktar başkalarıyla paylaşılsalar da. Zaten hayatta ne vardır ki gerçekten paylaşılabilmiş; hepimiz kendi bencilliğimizde yaşamakta, kendi yalnızlığımızda ölmekteyiz...

Elveda ülkem, elveda ailem, baş baş arkadaşlar; ölüme gitmiyorum, komik geliyor o yüzden bu cümleler. Ama şu bir gerçek, dünya değiştiriyorum resmen...

Hoşçakal güzel sen, bende bir parçası kalan... Limitli yalnızlığın dibinde bir çığlık olarak kalacak gölgen, yükselen güneşle kısalan ama yok olamayan... Sanırım gölgeni bahşeden güneşin alçalmasına izin vermeyeceksin tekrar, eminim aslında buna... Sağlık olsun... Kararmasın da gece, bırakmasın da yerini zifiri karanlığa;dolunaysız gecelerle dolu absürt bir zamana...

Hayat uzaklaşan anılarla dolu zamana kapılan, kapılmamak gerek değil mi?..

18 Ağustos 2007 Cumartesi

SU KURUR TÜRK UYUR

Uzunca bir süredir pek birşey yazamıyordum. Malum işim başımdan aşkın: Kolay değil Amerika'ya ayak basmaya hazırlanmak, bin bir türlü iş vardı başımda yapılacak. Ancak internet tarayıcıma günlük milliyet.com.tr yazışlarımdan birinde gördüğüm bu haber hakkaten gerdi beni sabah sabah. Bağlantıyı aşağıda veriyorum hemen:

http://www.milliyet.com.tr/2007/08/18/son/sontur03.asp


Ortaokul coğrafya derslerini çok severdim çünkü dersleri veren Abdullah hoca gerçekten konusuna hakim, üstüne üstlük hitabet yeteneği de sağlam bir öğretmendi. Genel Türkiye coğrafyasında üstüne basa basa ırmaklarımızı nasıl hor kullandığımızı anlatır ve batının Türklerin bu vurdumduymazlığını nasıl isimlendirdiğini şu cümleyle açıklardı: Su akar Türk bakar!..

Aradan bir on yıl geçti; o zaman bize anlatılanlar aynen gerçekleşmekte ancak yetkililer aynı bilgisizliğini, daha kötüsü ilgisiziliğini de aynen korumaktalar. Hal böyleyken küresel ısınma ve kuraklıkla ilgili özlü sözleri güncelleme zamanı geldi: Artık batılılar -hele bu tarz haberler gazetelerimizi süslemeye de devam edeceğine göre- bizi, suya yaklaşımımızı ancak şöyle anlatabilirler: Su kurur Türk uyur!..

Boşu boşuna iyi dilek ve temennilerde bulunmayacağım, anlamı yok zira...

28 Temmuz 2007 Cumartesi

SIKICI GÜNLER

Bazı günler vardır, yataktan kalktığın anda belli eder kendini. Daha doğrusu kalkmak istemediğin halde görünmez bir elin seni yataktan attığı anda... Uyku akmaktadır gözünden, ama uyuyamıyorsundur. Yatmak istiyorsundur gerçekten ama dediğim gibi, uzandığın anda sırtından omuzlarına doğru birşeyler yükselir seni de yükseltir kendiyle. İsteksizsindir herşeye karşı; odadan çıkmak istersin, birşey durdurur seni. Sanki kapı kilitlidir ya da dışarıda bir pitbull seni beklemektedir.

Bilgisayarını açarsın. Bir bakarsın postalarına, birşey ifade etmeyen iletiler arasında gezer dsurursun. Önce bir gazete sitesini açarsın, sonra diğerini, sonra bir tane daha. Çok sürmez ama pat diye kapatman hepsini bir beş dakika sonra tekrar sıradan geçirmeden önce. Birşeyler izlemeye çalışırsın; bir beş dakika zor dayanır bünyen; durdurur açarsın tekrar müziği.

Birşey yememişsindir henüz. Yemek de istemezsin. Kapı kapalıdır ve zordur mutfağa ulaşmak. Herşey zordur kısacası.

Geçmesi gereken saatleri bekler durursun. Biri geçer, sonra diğeri; ama geçmek bilmez hepsi birden bir anda koşarcasına. Güneş batıdan uzaklaşsın biran önce, gece başlasın. Gecede daha güzel şeyler bekler seni bilirsin, uzak olsan da kokusunu alırsın. Belki de tadı hala damağında biryerlerdedir, kim bilir...

Saat üçe gelmekte. Malum yaz, günler de uzun. Sıkıldım güneşten, ay görmek istiyorum ben.

20 Temmuz 2007 Cuma

Temmuz 2007 itibariyle dumanı üstündeler

Zaman küçük bir oda

İçinden çıkamadığım;

Çok denedim çevirmeyi kapının tokmağını,

Bana mısın demedi.

Bir mahkumum burada, bu küçücük odada...

Zaman beni alır sana götürür sanırdım,

Ya da seni bana taşır.

Kalleşin tek yaptığı sensizliğe yakarılar sunmak.

Gülsem, ağlasam, bilmem olur mu umrunda.

Zaman senden daha hakim bana;

Kendimle bırakmıyor ki beni,

Her an aklımda.

Tik tak tik tak…

-----------------------------------------------------------------------

Üç gecede varıldı alacakaranlığa,

Tam üç gecenin vızıltıları çınladı kulaklarda.

Alacalıklar arasında bir ben gördüler

Nehirler akıtan...

Zordu görevim üç koca gece sonunda:

Onun var ettiklerini yok etmeliydi birileri

Ve görev benimdi.

Kim verdi, niye nasıl aldım sormayın,

Cevap vermem yasak kendime bile.

Üç gecede aldım görevi,

Bunu diyebilirim ama.

Ve üç gecenin pisliğini yıkayacak nehirleri çağlatmak kalmıştı bana.


-----------------------------------------------------------------------

Sana kaldırımlar sundum uçsuz bucaksız,

Tek tek bak diye her bir taşına.

Yürü diye çizgilere basmadan;

Kimseyi uyandırmadan, aymadan.

Sen yine yola indin,

Kaldırımlarımı beğenmedin.

Ve gelen kamyonla ilk tanışmanda taşlarımla,

Nefesini verdin...

1 Temmuz 2007 Pazar

Ben, Ego, Her Ne Haltsa İşte

Ego tanımına takıldım bugün geçen bir muhabbette. Ego denen şeyin ben yerine bencillik ya da öznel tatminle karıştırıldığını görünce biraz internet alemlerinde gezineyim, dedim; belki ben yanlış biliyorumdur tanımı. Okuduklarım benim düşündüğüm noktaya çıkıyordu sanki: ego denen şey dış çevreyle kişinin öznel ihtiyaçları arasındaki ince çizgiydi aslında. Doğrusu bu çizgi ince de değil, bayağı kalıncana birşeydi ve insanın kişiliğini, bu çizginin daha çok taştığı taraf belirlemekteydi. Bunu vakt-i zamanında Freud amca demiş, tanımlamıştı bu arada.

Peki neden bizler ego deyince hep kendi arzularımızı, bencilliğimizi anlıyoruz? Bu temel tanımlamayı karıştıran insanların büyük bir kısmı bu farkın ayırdına varamayacak insanlar da değil doğrusu. En azından bugün benle konuyu tartışan iki arkadaşıma bu konuda güvenim sonsuz.

Ben en iyisi konuyu baştan açayım sizlere... Çay içiyorduk üçümüz; Ersen, Çiğdem ve ben. Ve Ersen hayata bakışındaki değişikliklerle beziyordu konuşmamızı; gerçi acayip uykum vardı ve bu moddayken kaldırmayı pek düşünmediğim bir muhabbetti ama serde de erkeklik vardı hani, yorumumu koymalıydım ortaya. Önceleri kendini düşünerek yaşadığını, ama bir noktada hep kendini düşünüp, kendiyle uğraşıp, eksik şeyler bulup kendinde düzeltmeye çalışmaktan yorulduğunu, bıktığını artık başkalarına birşey vermenin manevi tatminini yaşamak istediğini anlatıyordu Ersen ve ben bu da aslında bir nevi ego tatmini değil midir, dedim. Bence kimse kandırmamalıydı kendini, önemsiz de olsa başkaları adına yapılan şeyler de yine temelde insanın kendi tatmini adına yapılmaktaydı. Ama o noktada girdiğimiz kavram karmaşasında Çiğdem de bana zıt bir söylem ortaya koydu:

Birkaç gün önce beraber Taksim'de yemek yerken camda bir anketör görmüştük, adamcağız diğer çalışanlara göre daha bi pasifti, anket yapacak insan bulamıyordu. Çiğdem'in isteğiyle bu amcanın yanına gittik ve kendisiyle bir güzel anket yaptık. Ve bunu yaparken sadece elemana yardım etmiş olmanın manevi mutluluğunu yaşadık. Çiğdem'e göre bu ego tatmininden farklı birşeydi, çünkü ego denen meret daha maddi unsurlarla doyurulmaktaydı.

Öyle miydi aslında acaba?

Yukarıda Freud amcanın tanımını okuduk. Biraz da benim "cereyancı" kişiliğimle ortaya koyduğum yorumdan bahsedeyim: Bence ego denen şey insanın kendini tatmin etmesidir, bu tatmin kimi zaman mutluluğu getirmeye de gebedir hani. "Ben"in tatmini çeşitli yollarla olabilir; kimini para, kimini kariyerdeki başarı, kimini aile saadeti, kimini cinsellikte alınan yol bu noktaya getirebilir; bu tamamen kişinin eğitimi, yaşam tarzı ve beklentileriyle alakalı bir durumdur. Bunlara ek olarak başkaları için ortaya konanlarla edinilen manevi tatmin de "ben"i tatmin etmenin bir yoludur, diğer seçeneklerden farkı "ben"in biraz daha dışa bağımlılaşmasıdır sadece; ego denen ara bölgenin dışa kaymasıdır biraz. Hal böyleyken Ersen'in başkaları için daha basit ama daha yararlı birşeyler ortaya koyma isteği de yine sonuçta kişisel tatmine doğru kürek çekmektedir.

Bu muhabbete bu kadar seri bir şekilde maruz kalmış olan yorgun "ben"in kafasından akanları umarım ortaya koyabilmişimdir yeterince açık bir şekilde. Bir ara tekrar elden geçirmeyi planlıyorum bu yazıyı, ama ilk haliyle de bir paylaşayım dedim...

22 Haziran 2007 Cuma

BİRAZ DA ECNEBİCE

Birinci sınıfta aldığım teknoloji tarihi dersi için karaladığım dönem ödevi, Nazım'ın bi şiirini iyi sıkıştırmıştım araya hani...

THE HISTORY OF TECHNOLOGY(2004)

For thousands of years, past has been the source of interesting, exciting, even terrifying stories that have been used to derive control over crowds of ordinary human-beings. Unfortunately, very few of those realized that the keys to understand their own lives and what was going on earth were in somewhere, years and years from then.

I firmly believe that our main purpose to take this course was to get closer to those keys, even to find them. During the period of three months, we first searched them in near future; however, something such important could not be found very easily. Thus, we went to thousands and thousands of years ago, and went on searching through the ages. In the end of the course, the only key we found was that there was no key. There were only lessons we could learn if we tried to realize causes and effects properly. From now on, I will try to share you the lessons I managed to understand. With this purpose I want to create an outline, from which I will implement my assay.

I really want to write about three important lessons, and with the light of those, I will discuss about the world of today. Such lessons are;

§ Technological development does not mean human development; even sometimes they are inversely related.

§ Chance is almost nothing when we begin to talk about events in the past. Almost all are the mixtures of causes and effects; chance is very week among those.

§ In the analysis period of past events, the most powerful enemy of logic is fallacy of misplaced concreteness. If you disregard the vegetable soup of causes, all the events seem alike; however, results may have no relation.

The first lesson I want to share is the misunderstanding about the technological development. Since we get that sort of development as a change in lifestyle; the change does not mean the progress.

In fact, to reach this result, we do not have to go to thousands of years ago. Even we look at the last century; we see the intensive progress in technology. Unfortunately, such intensive progress has been used for massacres; and has not been used to prevent the nations of third world from starvation, epidemics and wars. The top point of technological progress of 1945 was used to kill 250000 innocent Japanese in Nagasaki. Was that the progress of the “Great Humanity”?

THE GREAT HUMANITY

The great humanity is
the deck-passenger on the ship
third class on the train
on foot on the causeway
the great humanity.

The great humanity
goes to work at eight
marries at twenty
dies at forty
the great humanity.

Bread is enough for all except the great humanity
rice the same
sugar the same
cloth the same
books the same
are enough for all except the great humanity.

The great humanity has
no shade on his soil
no lamp on his road
no glass on his window
but the great humanity has hope
you can't live without hope.

Nazım Hikmet Ran (Blasing&Konuk)

This dilemma has remained valid, since the first appearance of human-beings. The interesting part is that the hope you can see in the last two lines of the poem has also remained despite all the disappointments the humanity has faced through the ages.

We may imagine the hunter-gatherers of nine thousand years ago as ancient creatures whose only purpose was to prevent death, when we regard Thomas Hobbes. However, as we discussed in lectures, relative to their “progressive” successors (farmers), they had abundant of advantages in term of human development: First of all, they had better health than farmers. They had variety of food supplies where they can get all the proteins and vitamins they need. On the other hand, farmers had simple and fixed menus: what they could bring up. Moreover, while hunter-gatherer bands did not have widespread wars; with the need of fertile lands, warfare and death were the important parts of farming life. As the result; it was inevitable that integration, classification, and inequalities rose and developed.

In fact, an important point we could reach in that lesson was the fact that changes in lifestyles did not occur unless a compulsion occurred. Human-beings begin to farm, because food supplies of the hunting and gathering world were about to come to extinction, while the population density of the great hunters became denser.

One amazing example in the book that we could realize these facts well was about an inverse shift. “…around 3000B.C. the hunter-gatherers of southern Sweden adopted farming based on Southwestern Asian crops, but abandoned it around 2700 B.C. and reverted to hunting-gathering for 400 years before resuming farming.”(qtd in Diamond 109) According to these sentences we may assume that between 3000B.C. and 2700 B.C. there was some sort of scarcity that forced hunter-gatherers to adopt farming. However, after that force had removed, they turned back to their roots.

The regress we mentioned in the beginning part of hunter-gatherers did not stop after hunter-gatherers adopted farming. Life got worse and worse, with the increasing complexity and developing technology. The new class, that the new conditions gave rise to, used technology to control the majority. Technology developed weapons and methods to make the poor crowds believe that their holy ruler would take them to prosperity. Unfortunately, all he got were more wars, more epidemics, and shorter lifetimes. The blessings of technology…

So far, I wrote about the technological changes and their effects to human development. Now I want to discuss another important lesson: life is a mixture of causes and effects; in other words, history is a cumulative process. Thus, we can reach a lot of judgments about the world of today by observing the past. In the lectures of our course there was a quote from Winston Churchill. There is another speech about the same topic which belongs to Ataturk: ”A nation that do not know anything about their past can not have a future.”

With this aim, we discussed many different dramatic events. The book of Jared Diamond was full of those events. For instance, the collision at Cajamarca was an impressive example of the first lesson. Especially the questions Diamond used to create his ideas seemed childish; however, they were the base points of very important inferences. Moreover, the strategy Pizzaro used was not successful by chance. The conditions made the result inevitable. Pizarro was from Europe, the homeland of politics and systematic warfare. Apart from all the technical advantage, Spaniards were the mentally-ready-side of the collision. They were from a civilization where men created their lives over the bloods of others. In that point, we may ask ourselves again: Which side was more developed; Spaniards whose eyes saw everything red, or the Incas who came to the meeting without expecting any conspiracy? (74-81)

Another interesting point at the collision was the source where the Spaniards got their power. They invade a continent for the name of the god. They claimed that they were in the new continent to invite the barbarians to the rightness. To kill thousands of heathens barbarously was the usage of top point of technology and civilization. (69)

We may ask the important question of Diamond now: “How did Pizarro come to be there to capture him, instead of Athaualpa’s coming to Spain to capture King Charles I ?” (qtd. In 74) History of world has innumerable collisions like the one at Cajamarca. The interesting point is that always there have been invaders with better technology and victims of those invaders. If you decrease the variables, all are the same. In this point an important point we should consider and talked about in lessons arises; fallacy of misplaced concreteness.

While we are talking about history, we should determine the conditions very well. Else we may fall in the trap of misunderstandings. Let us examine an actual case to understand what sort of a fallacy there may occur:

Iraq has been under military occupation of America for over a year. But, the invasion was not as easy as the invasion of land of Incas. First of all, although Iraq is not a developed country, it is in the bed of the Eurasian civilization. For thousands of years, Mesopotamia was in the middle of wars and invasions. Moreover, there are fatal supports such as religion and racism that make citizens of Iraq live weapons that can kill themselves to destroy the enemy. And they have a technological accumulation to protect themselves, despite that accumulation is limited.

On contrary, Incas were too honest to realize the foxes in the brains of Spaniards. Moreover, they believed in the divinity of their sovereign. The only thing that made them a whole was that belief. And when that belief collapsed, there was nothing to do, although Incas did not give up fighting against invaders through the century.

In fact, I do not want to be so subjective against the colonizators of the New World; however, when we begin to look back, the things we see are not good at all. Now, I want to make a comparison between America and those invaders: Both sides had economical benefits in their action against the losers, and both had their justifications to make those actions right, in their minds. Spaniards showed Incas the right. US government fought against terrorism. These are the similar qualities, but there are abundant of other conditions that made the results different. If we disregard those, results can make us very surprised. America is now in a plain where they go on sinking with each move. On contrary, Spaniards destroyed civilizations of Mesoamerica; the epidemics they brought worked better in that purpose.

Now I want to talk about today with the help of those three lessons. Of course, my speech is in term of the development of humanity.

In the world of today, are the most developed countries the ones with best technological opportunities? In fact, for such a comparison, we should determine the criteria first. In the course we especially used Sen’s criteria; but it is my opinion that the real criterion should be whether each citizen can keep on living as a human-being or they have to admit some other animal roles such as a donkey or a dog. Apart from all the stuff we saw in the lessons, another point is also very important. If a country creates its civilization on the basis of stealing the freedoms of some other countries, the human development in that country is in the minus level, even if its citizens have the highest standard of living. When we add my criterion to others, most of the top ten lose their places in the table. Because, all the wealth of those countries come from the loss of others.

During the agrarian era, one important thing states discovered was to exploit others economically for their profits. In fact, the father of widespread wars was that discovery. In industrial age, we discussed what was done as to clean the dirt of agrarian era. However, I do not agree; all the highly developed countries, that were the new representatives of civilization, did were to find new ways to go on exploiting. They found new nice names for what they went on doing. Today, name is globalization. Maybe tomorrow, there will be a nicer name which will seem very nice when the concept is misunderstood.

The citizens of highly developed countries have wonderful lives. Houses, cars, education possibilities, healthcare, life insurance… But they do not realize that all the comfort they have stem from the discomfort of some others. Maybe the governments and the secret rulers of those countries do not want them to realize.

The sad but true thing is that some nations especially in Africa do not live as human-beings deserve. According to the life expectancy table in our lecture notes, citizens of Sierra Leone get old enough to die at the age of a middle-age American or French. While disregarding such a fact, one country can not be regarded highly developed in humanity.

On the other hand, one country reaches the top with the help of my new criterion, if we turn back to human development index table: Cuba. During the last lectures we all saw the values in human development index belong to Cuba. A little, economically poor country can not be at such position, according to the majority. However, citizens have unbelievable rights in that little “dictatorship”. They have the right to reach free basic healthcare, they have free education, etc. The only thing they do not have is the full political freedom. However, when a country is ruled well you do not need politics unless you have wicked intentions. I admit that my statement in this point is a bit strict. But a dictator who creates those conditions has the right to be respected.

In conclusion, I firmly believe that history has much more to offer than we managed to realize. We should keep on searching the keys, although we are aware of the nonexistence. Because, each step brings us to a new inference helping to understand more about present. We need to understand more and more to reach a better life, not only in individual level but also universally.


REFERENCES

1- Diamond, Jared. Guns, Germs, and Steel.

2- Ran, Nazım Hikmet. Tr.by Randy Blasing & Mutlu Konuk. Poems of Nazım Hikmet.

New York. Persea Books,1994.

3- Shields, Mark. Lecture Notes.

Hazırlıktan Bir Yazı

Bu yazıyı bölümün yegane kulübü BUEC'in 2003'te çıkarmaya çalışıp da sıçtığı dergi için hazırlamıştım, kendisi Isaac Asimov'la ilgili ufak bi araştırma...



ISAAC ASIMOV

Hayal kurmak belki de insanı insan yapan özelliklerin en önemlisi. Hayatlarımız hayallerimizle şekillendi daima, hayaller bin yıl önce de bu görevi üstlendi, bin yıl sonra da mutlaka hayal edilecek birşeyler olacak. Ancak şu da bir gerçek ki bazılarının hayalleri yalnızca kendi yaşamlarını değil tüm insanlığın kaderini etkiledi. Leonardo Da Vinci' nin projeleri, Jules Verne' nin hikayelerinde ortaya koyduğu hayalleri olmasa belki de insanoğlunun aklına aya gitmek, denizlerin derinliklerinde dolaşmak, ne bileyim helikopter yapmak gelmeyecekti. İşte size böyle büyük hayallere sahip birinden bahsetmek istiyorum: Isaac Asimov.

Onu çoğumuz bir bilimkurgu yazarı, hem de türünün en yetkin örneklerine sahip olan biri olarak tanıyoruz. Peki onu bu kadar başarılı kılan neydi, yazar olmasındaki etkenler nelerdi? Gelin, bu sorular ve benzerleriyle dolu çuvalı da sırtlayıp Asimov' un dünyasındaki yolculuğumuza başlayalım.

YAZAR OLMAK HİÇ DE KOLAY DEĞİL...

Isaac Asimov 2 Ocak 1920' de Petrovichi, Rusya' da doğdu. Daha üç yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika' ya göç etti ve Brooklyn, New York' a yerleşti. Çocukluk yıllarında maddi durumları en ucuz kitapları alacak kadar bile iyi değildi; ama küçük Isaac tam bir okuma sevdalısı olarak yetiştirilmişti. Hal böyle olunca ilk kütüphane kimliğini 6 yaşında babasının vasiliğinde aldı. Ancak haftada alabildiği iki kitap hiç de yeterli değildi. Bu durum onu ders kitaplarını hatmetmeye yöneltti, öyle ki her dönemin ilk haftasında Isaac bütün kitaplarını bitirmiş oluyordu. Artık bu da yetersiz geliyordu ve 11 yaşındayken aklına parlak bir fikir geldi: Eğer kendi kitaplarını yazarsa boş zamanlarında bu kitapları tekrar tekrar okuyabilirdi. Ancak bu azim o dönemde tam bir kitap yazması için yeterli olamadı. Tek yapabildiği bir kitaba başlamak ve geliştirebileceği son noktaya kadar hikayesini geliştirmekti, tıkandığı anda yeni bir hikayeye yelken açmak tek çıkar yoluydu.

Asimov' un yazarlık kariyerini etkileyen ikinci önemli olgu ise 1934 ilkbaharında, okuduğu lisede aldığı seçmeli İngilizce dersiydi. Bu dersi kendini bir yazar olarak geliştirmek üzere almıştı ve dersi veren öğretmen okulun dönemlik edebiyat dergisinin kurucusu ve danışmanıydı. Ancak bu dönem beraberinde Asimov için büyük bir hayal kırıklığını getirdi. Dersi aldığında 14 yaşında olan Asimov' un sınıf arkadaşlarıysa çoğunlukla 16 yaşındaydılar ve bu yaş farkı yazmak için seçtikleri konulara yansıyordu. Sınıftaki herkes okuyanları ağlatacak etkide trajediler kaleme alırken küçük Isaac hayat dolu komik hikayeleri tercih ediyordu. Böyle olunca sınıftakiler tarafından alay konusu yapılması kaçınılmazdı. Bu alaylara verebileceği bir karşılık olmayışı Asimov' u daha da üzüyordu ki onu çok sevindirecek bir gelişme yaşandı: Yazdığı hikayelerden biri öğretmeni tarafından dergiye kabul edilmişti, hem de onunla alay eden birçok "trajedi üstadı" nınkiler kabul edilmemişken. Bu size bir anlık mutlu son gibi gelebilir ama ne yazık ki değil. Tüm büyük yazarlar gibi Asimov'un da zirveye çıkana dek biraz daha hırpalanması gerekiyordu. Kendini dev aynasında gördüğü bir anda öğretmeni gerçeği söyledi. Yazısının seçilmesinin tek bir sebebi vardı; o da herkes hüzünlü şaheserler ortaya koyarken, onun herhangi bir üstünlüğe sahip olmayan neşeli bir hikaye yazmış olmasıydı. Yine de basılmış ilk hikayesi oluşu Asimov' un kariyeri açısından önemli bir kilometre taşıdır.

Evet, mutlu sona yaklaşıyoruz. Yazarlığı para için yapmaya karar verdiğinde takvimler 29 Mayıs 1937' yi gösteriyordu. Nasıl oluyor da bu tarih bu kadar ayrıntılı biliniyor diye sorarsanız cevabım şu olacak: Isaac Asimov, hayatını günü gününe kaydedercesine günlük tutmuş biri, öyleki bu günlükte hiçbir duyguya rastlayamazsınız, sadece tarihler ve olaylar. Sanki günlük değil de kendi kronolojisini yazmış. Şimdi bırakalım bu günlük olayını da tekrar konumuza dönelim. Aklınıza, neden bilimkurgu, diye bir soru da gelebilir çünkü şu ana kadar Asimov'un 1929 itibariyle bir bilimkurgu fanatiği olduğundan bahsetmedim.

Peki düşüncesini gerçekleştirmek için ne yaptı?

Cosmic Corkscrew adındaki ilk hikayesini yazdığında devamlı okuduğu dergiye götürmeye, babasıyla da bir süre konuyu tartıştıktan sonra karar veren Asimov, düşüncesini gerçekleştirdiğinde kendisine bir anlamda idol olacak biriyle; John Campbell' la tanıştı. Derginin editörü olan bu 28 yaşındaki adam aynı zamanda takma isimle bilimkurgu hikayeleri yazıyordu. Yaptıkları uzun sohbetin sonunda Asimov' un hikayesini okuyacağına ve en kısa zamanda basılıp basılmayacağını bildireceğine söz veren Campbell, iki gün sonra, hikayenin reddedildiğini bildirdi ama neden kabul etmediğini açıklayan iki sayfalık bir mektubun da Asimov'un eline geçmesini sağladı. Bu Asimov' u tam anlamıyla kamçıladı, öyle ki gün bitmeden yeni bir hikayenin yarısına gelmişti bile. Çok kısa bir sürede bu hikaye de Campbell' ın eline geçti ama sonuç değişmedi, Campbell ona yeni bir hikaye yollamadan önce bir süre yeni yeni şeyler üretmesini, sürekli yazmadan kendini geliştiremeyeceğini söyledi ve bu öğütle kendini hikayeler denizine atan Asimov ancak bir yıl sonra başka bir dergide hikayesini yayınlatarak kariyerine başladı.

Bu süreçten sonraki ilk 11 yıl boyunca sadece dergilerde yayınlanan öyküler kaleme alan Asimov' un aklına bu süreç içinde kitap basma düşüncesi hiç ama hiç gelmedi. Aklına bu geldiği zaman artık elinde bir araya getirip yeni koleksiyonlar oluşturabileceği, daha önceleri dergilerde yayınlanmış dolusuyla materyali vardı. 1950 ve 1969 yılları arasında 85 hikaye ve 4 çizgi romandan oluşan on koleksiyon hazırladı bu zengin arşivle.

Tüm kariyeri boyunca yazdığı toplam kitap sayısı ise inanılmaz: 467. Bu büyük rakamı oluşturan kitapların matematikten Shakespeare'e astronomiden satirizme geniş bir yelpazeyi barındırdığını ve genel kanının aksine Asimov' un çok yönlü bir yazar olduğunu belirtmeden de geçmeyelim aslında. Ama şu da bir gerçek ki onun bir yıldız gibi parladığı saha bilimkurgu...

Peki onu bu kadar başarılı kılan ne?...

AKADEMİK KARİYERİ

Asimov' un çok ilginç bir yazar oluşundaki önemli bir etken akademik kariyeridir. Daha önce bahsettiğimiz acı deneyimi de yaşamış olduğu Brooklyn Erkek Lisesi' nden sonra Columbia Üniversitesine kabul edilen ünlü yazar babasının tıp konusundaki tüm baskılarına karşın kimya okumayı tercih etti. Akademik kariyerinde de başarısını kanıtlayan yazar 1949' da kimya doktorasını aldı ve Boston Üniversitesi' nde biyokimya dersleri vermeye başladı. Bir yandan da nükleik asitler üzerinde araştırmalar yaptı. Ancak 1958' de yazarlık kariyeri ağır bastı ve hikayelerine daha çok zaman ayırmak için üniversitedeki görevinden ayrıldı.

Şimdi bu kariyerle yazarlığı arasında bağlantı kurmakta zorlanabilirsiniz. Ancak bu durumda şu gerçeği göz ardı etmiş olursunuz: Asimov bütün öykülerini mantık ilkelerine dayandımıştır. Öyle ki eğer Asimov'un ana mantığını kabul ederseniz eserlerinin aşağı yukari hiç birinde mantık hatası bulamazsınız. Bir başka deyişle oyunu Asimov'un kurallarına göre oynadığınızda kesinlikle zevk alırsınız. Ve bu mantıksallığının tek açıklaması bir bilim adamı oluşu, bu mantık sinsilesiyle yetiştirilmiş olmasıdır.

GELECEĞİN TARİHİ

Asimov' u farklı kılan bir özelliği de zaman kavramını önemsiz bir ayrıntıymışçasına kullanmasıdır. Daha birçok yazarın bin yıl sonrasından bile bahsetmeye korktuğu dönemlerde o adeta insanlık geleceğinin tarihini yazıyor, bu tarihin bir mitoloji sahibi olması gerektiğini de göz ardı etmiyordu. Nasıl mı; diyelim ki 1963 te yazdığı ve milattan sonra 4000 li yıllarda geçen bir hikayeyi okudunuz, büyük ihtimalle bir kaç yıl sonrasında yazılmış olan ve mesela MS 7000 lerde geçen bir öyküsünde ilk okuduğunuz hikayeden bir efsane olarak bahsedilmiştir; hem de tüm gerçek efsanelerde olduğu gibi çarpıtılarak, abartılarak! Bu arada hemen her kitabında karşılaşacağınız sürpriz sonları da unutmamak gerek.

ISAAC ASIMOV VE ROBOTLAR

Isaac Asimov dendiğinde en fazla akla gelen şey ünlü robot yasalarıdır. Bu yasalar Asimov' un hayallerinin gerçekleşebilirliğinin en somut göstergesidir. Bu yasaların oluşum süreci de öykülerine dayanıyordu. İlk yasadan 1393 yılı Mayıs ayında yazdığı ve çocukları seven, onlarla ilgilenen Robbie adındaki robotu anlattığı Yeni Oyun Arkadaşı adlı öyküsünde bahsetmişti. Daha sonra yazdığı Sebep adlı hikayesinde de diğer iki yasadan kabataslak bahseden yazar, bu üç yasa hakkında daha önce bahsettiğimiz ünlü yayıncı John Campbell' ın da fikrini aldı ve Ben, Robot adlı kitabının önsözünde bu üç yasayı ortaya koydu. Bu yasalar:

1- Bir robot, hiçbir şekilde bir insana zarar veremez ya da etkisiz kalarak bir insanın zarar görmesine yol açamaz.

2- Bir robot, kendisine insanlar tarafından verilen emirleri, birinci kuralla çelişmediği sürece yerine getirmek zorundadır.

3- Bir robot, sonuçlari ilk iki kuralla çelişmediği sürece, kendi varlıgını korumak zorundadır.

Asimov' a göre bu yasalar üretilen ilk robotların pozitronik beyinlerine kaydedilmişti ve yaşamları bu kurallar çerçevesinde sürmekteydi. Daha sonraki hikayelerinde bu yasaların işlerliğini her türlü olağanüstü durumla da sınamayı ihmal etmeyen yazar karşılaştığı zorluklar karşısında ortaya yeni bir kural koydu. Sıfır kuralı adındaki bu kurala göre;

0- Bir robot insanlığa zarar veremez ya da etkisiz kalarak insanlığın zarar görmesine olanak tanıyamaz. Diğer tüm kurallar bu kuralla çelişmedikleri sürece geçerliliklerini korurlar.

Diğer bir deyişle Asimov robotlarına insanlığın yararı için bir insana zarar verme ya da bir emri yerine getirmeme hakkı vermiş oldu. Bu kurala verdiği önem onun insanlığa olan sevgisinin en önemli göstergelerinden biridir. Zaten o insanlığa ve barışa karşı olan duygularını Vietnam Savaşı' na karşı aldığı kesin tutumla da ortaya koymuştu.

Asimov' un hayallerinin gerçekleşebilirliğine gelince; bilim adamları ciddi ciddi gelecekte geliştirecekleri robotlarda bu kuraları uygulamayı düşünüyorlar. Kim bilir, belki de birgün Asimov' un kurallarıyla yaşamını sürdüren robotlar, yine Asimov' un hayallerindeki gibi evrenin fethinde insanoğlunun en büyük yardımcısı olurlar. Siz ne dersiniz bu işe?..

ALDIĞI ÖDÜLLER

Böylesine çok kitap yazmış başarılı bir yazarın ödül denizinde boğulması da kaçınılmaz aslında. Ünlü yazar, yapıtlarıyla 29 Hugo, 23 Nebula, 10 Locus (10u da art arda) ve daha birçok okuyucu ödülünün sahibi oldu. Ayrıca kitaplarını yayına hazırlayan editörler de 20 Hugo en iyi editör ödülü aldılar. İşin ilginç yanı bu ödüllerin sayısı, kendisine en yakın yazarınkilerin bile iki katından fazla. Kısacası o bilimkurgu yazarları açısından ulaşılmaz bir uç nokta, bir efsane...



KARALANANLAR

Daha neler karalandılar, bir kalem birkaç satıra sığmaya çalıştılar, ama bu gece sadece bunlar ulaşılabilirliği yaşadılar... Umarım eve uğradığımda daha eski birkaç satır da taşınacak bu başlık altına, belki gelir sonrası da...

ESKİLERDEN SAPTAMALAR

NEDEN AKP? (2002)


Sorumuzun basit bir cevapları var. Bunlardan birincisi din. “Din toplumların afyonudur.” lafı tekerrür etti belki de. Belki de dini gelişimimizi tamamlayamamamız… Ya da çağı 500-600 yıl geriden takip etme alışkanlığımız… Bu noktada bir diğer etken olarak feodalite ortaya çıkıyor. Bunları kısaca inceleyelim…

İnsanları feodaliteye iten etmenlerden biri midir yoksa feodalitenin sonucu mudur tartışılabilir ama bağnazlığın bu kavramla çok alakalı olduğu kesindir. Avrupa feodaliteyi Orta Çağ’da yaşamıştır ve en bağnazca yaklaşımları yaşadıkları dönem de Orta Çağ’dır. Diğer yandan Osmanlı’nın bağnazlaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan gerileme ve yıkılma dönemleri ayrıca feodalitenin de yaşandığı dönemdir. Evet, bizde ağalar, paşalar, beyler; bu dönemde başladılar köylüyü ezmeye ve onları dinle sömürmeye. Kurtuluş mücadelesinin ortaya çıktığı dönemde de zaten bunun büyük bir baskısı mevcuttu. Türklerin önemli bir özelliği de zor dönemlerde kendilerini hep dinin o sıcak kollarına bırakmalarıdır zaten. Peki Latin Amerika’da bu böyle miydi?

Orta Çağ’ı bitiren süreçler olan Rönesans ve Reform hareketleri özgür düşüncenin de güç kazanmasına yol açtı. Farklı mezhepler ortaya çıktı. Bu, doğanın genel bir kuralını işler hale getirdi bir anlamda: Çeşitlilik, gelişmenin ön şartı ve sağlayıcısıdır. Latin Amerika 16. yüzyıl itibariyle keşfedildi ve katolik İspanyol ve Portekizlilerce Hristiyanlaştırıldılar. Ancak son iki yüzyılda yeterince dini sorgulama şansı buldular. En azından Avrupa’daki sorgulamalara ulaşabildiler. Bizdeyse tam tersine dini eleştirenler, ona yeni bir boyut getirenler daima yok edildiler. “En el Hak!”, yani ben Allah’ım felsefi düşüncesi bile bağnazlarca katil sebebi olarak kullanılabildi(Halbuki düşüncenin aslı her yerde, her şeyde o var mantığıydı ve vahdet-i vücut düşüncesiyle aynı paraleldeydi.)

Che Guevara’nın da ortaya koyduğu gibi devrimin en önemli ayaklarından biri halkın bilinçlendirilmesidir. Bunun için en önemli silah da toprak reformudur. Bunu göz önüne alarak kendi kurtuluş mücadelemizi irdeleyelim: Mücadeleyi yürüten yine halk ama kimlerce güdülüyorlar:askerler ve toprak ağaları.İlginçtir, günümüzde de bu iki grup en güçlüleri. Halk ne için savaşıyor: Vatan, millet, Sakarya!!!Bunun dayanağı ne: din. Dini bu kadar göz önüne çıkaran kim:savaşa komuta edenler; belki askerler değil ama toprak ağaları. Orta Çağ papazlarının yerineyse toprak ağalarının tamamlayıcıları olarak elimizde hocalar, mollalar, müftüler var. Toprak reformundan hiç mi bahsedilmedi; bahsedildi. Peki sonuç: sonuç bir hiç.

Günümüze gelelim. Şu anda durumu birbirine benzeyen iki ülke:Brezilya ve Türkiye… İkisinde de halk yüzyıllardır sömürülüyor. İkisinde de sömürü had safhaya ulaşmış durumda. İkisinde de yeni bir seçim oluyor. Oylar kime gidiyor: Brezilya’da sosyalistlere bizdeyse dincilere. İşte dinin gücü! Biz ne zaman sıkışsak hep Allah’a koşup tevekkül etmiş bir milletin torunlarıyız. Bizden başka ne beklenebilir ki! Hem de aynı lakırdıları dinliyor olmamıza rağmen.

Cumhuriyeti, demokrasiyi bu halk almadı, ona verdiler ve asıl sorun bu noktada çıkıyor. Biz hak etmedik, hak edene kadar da kaybetmeye mahkumuz.

BİR ZAMANLAR KARALANDILAR, BELKİ BEŞ DAKKAYI BELKİ BİR HAYATI ANLATTILAR

Kısacık:(2002)

Kaç yelkovan yetişti de on ikiye akrepten sonra
Bir uykum yetişemedi, bir uykum ulaşamadı sabaha

----------------------------------------------------
Hayata Dipnot:(2005)

Düşündükçe olasılıkları
Hayat kolaylaşmıyor..

Günler ne daha kısalıyor,
Ne de geceler daha aşılabilir bir hal alıyor,
Düşündükçe olasılıkarı...

Bir an sen yaklaşıyorsun,
Düşündükçe olasılıkları...

Belki çok uzaksın
Yıldızlardan da...

Yakınlığını hissetmek zor,
Yokluğunu tatmak kolay.
Elim sanata düşüyor,
Refik usta misali
Ölüm bana düşmemeli ama;
Sensizlik olacaksa bu olasılıklarda,
O bana düşmemeli...

O zaman sen düşmemelisin;
Sevda ve hicran çünkü,
Sevda ve hicran,
Taşınacak yük değil...

Razıyım Refik usta yalnızlığa,
Razıyım aslında...

Herşeye hazır olmak
Kabul etmek herşeyi...

Belki de,
Belki de dilemma bu;
Belki de hayat,
Hayat bu...

Hayat bir savaş,
Kazanmayı öğrenmek için,
Kaybetmeyi bilmek gerek,
Bir kere değil ama,
Ne de bin kere;
Her defa,
İşte hayatın anlamsızlığı burada olsa gerek...

Hayat,
Hayat çekilmese gerek...

Ama ölüm,
İşte o saçmalık gereksiz bir son demek...

Sonuçta bu saçmalığı da burada kesmek gerek,
Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür de dilemek gerek...

Görüşürüz...
---------------------------------------------------------------
Nefret:(2004)

Oralardaydın, biryerlerde

Birşeyler öldürmekteydi acını

Ama nefretin sıcaktı hala

Dokunmadım korktum

Kaçsa mıydım

Bilmiyordum

Onu bile yapamadım

Donakaldım

Bakakaldım gözlerine

Öfkeni hissettim kalbimde

Bakarken gözlerimin içine

Nefretinle ezerken beni

Zevk aldın belki de

Kim bilir…

NOT DÜŞMEK KAFAMDAKİLERİ

Kafamdakileri anlatabileceğim birilerini aradım hep; ama dakikalarca, günlerce anlatacağım herşeyi, en ufak bir şaşkınlık yaşamadan dinleyecek... Bugüne dek bulabildiğim söylenemez; sandığım olmuştu birkaç kez, ama kendi deneyimlerimden, kullanılışlarımdan hatırlıyorum ki hemen herkes bir noktadan sonra şartel indirmeyi tercih eder... Sonra şunu düşündüm; eğer birini ölümüne dinlersem belki o da beni dinler birgün, birgün içimdeki herşeyi kusarken birtek o kaçmaz bekler sonunu açılırken pandoranın kutusu... Ben dinlemeye kalktığımda onlar isyan eder oldular bir yerden sonra ama, çünkü herkes kararsızdı hayatı hakkında... Monolog, dialog, sessizlik; hiçbiri kimseyi tatmin edemiyordu; ya da ben tatmin edemiyordum hayatlarındaki açlığı...

Keşke müzik benimle konuşsa, nota olup akarken kulağımdan bana bir iki zor soru sorsa kararlarım, olamadıklarım hakkında... Anlattıklarına, sorularına vereceğim cevaplar akor arpej ne verdiyse artık akarken başkalarına mahkum olmasam.... Zor... Kesinlikle; çünkü gitarım bana benden daha hakim, o bilir beni nereye sürükleyeceğini daha anlatamadan derdimi... Şiir desem, roman desem, belki bissürü hikaye anlatsam kendime... Tatmin eder mi acaba bu kalbi?..

Kendim için yaşamak istedim bir saniyeliğine, fazla düşünüyorsun dediler başkalarını, fazla beceriksizsin bu bencilliğe sığınmak için, boşver... Boşvermek; neyi boşverdim ki kendimi boşvereyim? Boşverebileceğim tek şey hayatı boşvermek, ağır bastığından...

31 Mayıs 2007 Perşembe

milliyet.com.tr yorumcuları ve eğitim düzeyimiz

Uzun zamandır zaten bu konudan muzdarip bir insandım ama son gördüklerimle kararım kesinleşti; biri şu milliyet.com.tr yorumcuları hakkında birşeyler söylemeli artık. Tanıdığım herkes benimle aynı görüşte aslında. O yüzden çok merak ediyorum bu yorumcuların profili nasıl birşey oluyor diye.

Dur bakalım, bir soluklan, diyebilirsiniz; o yüzden baştan alayım: Sürekli interneti olup ne yapacağını bilemeyen her insan gibi ben de günde bilmem kaç kere Milliyet'in Hürriyet'in haber sitelerine girip bir göz atıyorum. Daha kullanışlı olmasından dolayı Milliyet'in sitesini daha çok tercih etmekteyim. Ancak her açtığım haberde, yok bu sefer bakıp da kafamı bozmuycam, desem de dayanamayıp alt taraflara doğru bir göz atıyorum ve o ne olduğu belirsiz yorumlarla karşılaşıyorum. Misal, bu yazıyı yazmaya başlamama sebep olan haber: İngiltere'de bir cani, hapisten çıktıktan sekiz saat sonra otobüste bir adamı yedi yerinden bıçaklayarak öldürmüş. Olayın gelişimi şöyle; otobüste seyahat etmekte olan bir çiftin üzerine, elindeki paketten çıkardığı cipsleri atıp duran canimize delikanlı sert çıkışmaya kalkmış ve bu ikisi kavgaya tutuştuktan kısa bir süre sonra da zavallı kanlar içinde yere kapaklanmış. Ve en tepede yer alan yorum; "bir cipse bir can-- gereksiz ve ani sinirlenmeler! yazık olmuş". Hemen ardındakiyse şöyle: "Gençlik her yerde-- anlaşılmaz bir şiddet içinde, yazık" Bunlar nasıl yorumlardır yaa, kahvede çayını höpürdeten yaşlı amcanın yanındaki emekli kankasına kuracağı tarzda cümleleri oturup da neden yazmaya uğraşırsınız oralara. Eminim, sizin de benim gibi ne yapacağını şaşırdığı anları oluyor bilgisayar karşısında; ama yorum yapmayı bilmiyorsanız da yazmayın kardeşim; hayret bişey. Bu ne ilk ne son; girin siteye, herhangi bir haberin altında yüz yorum, arada ikili üçlü sataşmalar çatışmalar ama dişe dokunur bir duygu, düşünce bulmak neredeyse imkansız. Tabi, hayatı para olan böyyük medyamız da sitelerinin hit almasına, dünyada ilk ona falan girmesine bakıyor. Ne zaman dertleri bu halkı eğitmek oldu ki zaten. Dahası koydukları haberlere attıkları başlıklar o siteleri yönetenlerin de yorumcuların kafasında olduğunu gösteriyor:"Otobüste Cips Cinayeti" diye başlık atana ne yorum yapılabilir ki başka!..

Yazık; böylesi sitelere yazılan kıytırık yorumları okudukça ülkenin alabileceği yol, gideceği hedef vesaire ile ilgili düşüncelerim daha da yerle bir oluyor. Ve aklımdan her an aynı cümle geçiyor; hak ettikleri gibi yönetilirler. Tabi şu da bir gerçek; bu insanların eğitim seviyesinin hali onların suçu değil, bu ülkeyi atmış yıldır yönetenlerin basiretsizliği. Ama ne bileyim; birşeyleri öğrenmenin, kendini geliştirmenin bu kadar kolay olduğu bu çağda acaba bu bir bahane olabilir mi? Hayatım devlet okullarında geçti şu seneye kadar ve kendini geliştirmek isteyen birine; dur, ne yapıyorsun, delirdin mi sen, dendiğini görmüş işitmiş değilim. Tamam sistem içler acısı bir halde ama herşeyin suçunu sisteme, başkalarına atmak da bir yere kadar.

Son olarak, bahsettiğim haberin bağlantısını veriyorum, siz de bir bakın da söyleyin bakalım ben mi abartıyorum herşeyi: yoruma gel

29 Mayıs 2007 Salı

KÖPEK İSİMLERİ

Tuvalette kitap okumak, boş boş kafa patlatmak en sevdiğim şeydir. E tabi bunun için frenk yapısı tuvaletlere ihtiyaç var; öyle iki ayak üstünde denge kurmaya çalışırken bir de dünyayı kurtarmaya kalkarsanız tuvaletten çıkmadan ekstra efor sarfetmeniz kaçınılmaz(!).. Bugün de tuvalette bir yandan kitabımı okurken aklımdan hayatım boyunca kuzenle sahip olduğumuz köpekler ve isimleri geçti. Hemen, nasıl oluyor da "hayatın" ama "köpekleriniz" oluyor ,demeyin; benden dört ay küçük kendisi!!! Yaşadığımızı ilk idrak ettiğimiz dönemde ikimizin de ev bahçesini boyundan büyük birer köpek beklemekteydi. Onlarınkinin adı Thomas'tı bizimkiyse Zıpkın... Sonra bunun bir kaç tane Tom ve türevleri isimlerde köpekleri oldu, hatta bir tanesine hep beraber isim ararken haftalık televizyon programındaki filmlerden Timothy ismini beğendik. Sanki köpeğin isim ecnebi olunca kendi de asil olacak; köpek bu, yine kuyruğunu kovalıyo adı Cabbar da olsa Alexander da olsa... Neyse, zamanla düzelttik tabi kendimizi ama bu sefer de başka bir uç noktadaydı isimler... Onlarınki Topak, bizimki Yumak; kedi ismi gibi olmaları şaşırtıcı değildi kendileri Terrier cinsi baba-oğuldular ve bizim Yumak'ın annesinin ismi de Pamuk'tu ne hikmetse.
Bugün aklımdan geçense şuydu: Bugün köpeğim olsa ne isim koyardım? Erkek ya da kız çocuk ismi düşünüyorsunuz ey ahali; köpeğinizi, kedinizi de boşlamayın... Şimdiden bulun uygun isimler de benim gibi tuvalette okuyabileceğiniz fazladan iki sayfadan olmayın... Şu ara aklımdaki en uygun isim benim kuzenin eski bilgisayarının ismi: Cafer... Cabbar da fena değil hani... Kiminiz, vay sen nasıl insan isimlerini elin itine koyuyorsun diyebilir; onlara Muzaffer İzgü'nün köpekleri vezirlerinden değerli bir padiaşhı anlatan hikayesini tavsiye ederim; onu da yazmaya kalksam başından kalkamıycam bilgisayarın, yoksa sizden değerli mi? Esen kalın şimdilik...

22 Mayıs 2007 Salı

BOMBAYLA GELEN VAHŞET

Bugün akşam saatlerinde Ankara'da gerçekleşen patlamada bir sürü masum insan öldü ya da yaralandı. Yaralananların bir kısmının fiziken, hiçbirinin ruhen eski haline dönemeyeceği gerçeği de düşünüldüğünde insanın terörizmi ortaya çıkaran süreci tekrar tekrar lanetleyesi geliyor. Özellikle tarihindeki savaşların büyük kısmında yenilen tarafa saygı göstermiş, onu kendi olanından çok sahiplenmiş bir geleneğe sahip Türk insanı böyle bir ortamı gerçekten hak etmiyor. Ama ne yazık ki yeni çağın karmaşık ilişkilerinde bu hiçbir önem arz etmiyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün ileri görüşlülüğü bu yaşadığımız dönemde daha da önem kazanıyor, Türk olmanın değil kendini bu ülkeye bağlı hissetmenin yani kendini Türk olarak nitelendirmenin önemine dikkat çeken atamızı bir kez daha saygıyla anmak gerekiyor. Zira şu an itibariyle bu ülküden uzaklaştığımız her an parçalanmaya, esarete biraz daha yaklaşıyoruz.

Ne yazık ki 1938'e kadar yapılanların üzerine konan taşların nadirliği ülkemiz insanının eğitim seviyesinin acınası halde olduğu gerçeğini somut bir şekilde vurgulamakta ve hal böyleyken bu tehlikeyi; dahili ve harici bedhahları, halkımıza anlatmak, onları aydınlatmak gerçekten zor. Televizyon neslinin büyümesi ve yavaş yavaş ülkeyi yönetecek kadrolara eklenecek olmasıysa gelecekle ilgili kaygıları had safhaya çekmekte: televizyonun bir silah olarak kullanıldığı günümüzde bu neslin çağın gerçeklerine bakışı, değerlendirme yeteneği bu kaygıların haklılığını ortaya koymakta.

Çizdiğim resim gerçekten iç karartıcı ve ne yazık ki somut bir çözüm önerisine sahip olmaktan uzağım, yapılabilecek en iyi şey kendini en iyi şekilde yetiştirip kendi küçük emeğini daha büyük bir amaca eklemek olsa gerek. Umarım bu küçük emekler toplamı bir çığ olmayı başarır günün birinde ve bu çığ ülkenin üstünü örten değil üstündekileri üç tarafındaki denizlere süpüren cinsten olur...

17 Mayıs 2007 Perşembe

TÜRKİYE

Çok hızlı yaşıyoruz şu sıra günleri bu ülkede; geçen günler, saatler her an yeni birşeylere gebe ve bu yaşananları aynı hızda idrak etmek için sağlam performans sergilemeniz gerek. İşte son on yılda ülkede değişen en önemli şey bu; bir zamanlar karşılaştığımız şeyler bizi şaşırtmazdı, herşey beklendiği gibi gelişirdi. Ama şimdi yarın ne olacağını kimse tahmin edemiyor, ve bu şahsen beni çok rahatsız ediyor. Paranoyaklığın diplerinde gezdiğimi beni tanıyanlar zaten biliyor; yakında adım komplo teorisyenine çıkacak. Ama ben bıkmadan düşündüklerimi rakı sofrası etiketi altında paylaşmayı planlıyorum. İnsanın bazen içini dökebileceği en iyi ortam rakı sofrası sonuçta. Bu ülkenin o sofralardan yönetildiği yılların en muhteşem yıllar olduğu ironisini de atlamamak gerek tabi...

APES

İlk olarak ilgilendiğim projeden başlayayım dedim. APES her ne kadar ecnebicede maymunlar anlamına gelse de bizimkinin isminin açılımı ingilizcede "Actively Perceiving System" yani aktif şekilde algılayabilen sistem anlamına gelmekte. APES projesi 10 yıllık bir proje ve aynı mantıkta geliştirilmeye başlanmış ikinci nesil robotla 3 yıldır çalışmaktayım. Ne yazık ki bu projenin en kötü anına denk geldi benim çalışmaya başlamam; Boğaziçi Üniversitesi Akıllı Sistemler Laboratuarı'nda çalışmaya başladığımda bu projeyle ilgilenen tüm öğrenciler doktora çalışmaları için yurtdışına çıkmış bulunmaktaydı ve bana kalan, satırlarca kodu kısıtlı bilgimle algılayıp robotu tekrar eski günlerine döndürmekti. İlk bir buçuk yılım sadece kafa modülünde uygulanan algoritmaların algılanması ve üzerlerinde değişiklikler yapılıp çalışır hale getirilmesiyle geçti. Hemen ardından da laboratuar danışmanım Prof. Işıl Bozma'nın büyük alçak gönüllülüğü sayesinde bu konuda bir konferans bildirisinin yazar kadrosunda yer alma şansına sahip oldum; tabi yeni proje arkadaşım Özgür Erkent'le birlikte. IROS 2006, yani Uluslararası Akıllı Robotlar ve Sistemler 2006 adlı konferansça kabul gören makalemizi sunmak için Pekin'e gitmem konusunda da Prof. Bozma'ya ne kadar müteşekkir olduğumu tahmin edersiniz sanırım.

Lisanstaki son senemdeyse APES'in on yılında hiç yaşayamadığı bir şeyi, tüm vücudunun tekerlekleri üzerinde hareketlenmesi işine soyunduk. Bu başta kolay gözükse de hiç de öyle gelişmedi. İlk dönem boyunca bir sürü mekanik ve elektronik sorunla uğraştık. Bu sorunların bir kısmı ikinci döneme, hatta bugüne kadar kalesini korumayı başardı. Şu satırları yazarken APES artık yürüyebiliyor ama konumunu korumak konusunda, daha doğrusu hedef koordinatlara ulaşmak konusunda bir takım sorunlarını aşabilmiş değil. Üstüne üstlük, harita çıkarımı ve yöngüdüm konusunda laboratuarımızda geliştirilmiş bazı modelleri APES üzerinde gerçekleme hedefimiz de henüz nihayete ermekten uzak.

Son olarak, kısaca APES'in nasıl birşey olduğundan bahsedeyim: Üst üste dört adet dairesel pleksiglas levhanın naylon66 kolonlarla birleştirilmesinden oluşan gövdenin en alt katında tekerlekler, bu tekerlekleri çeviren motorlar (iki adet MAXON DC motor) ve bu motorları yöneten motor kontrol kartı yer almakta. Bu kartın tasarımı laboratuarımızın önemli eski üyelerinden Murat Karadeniz'e ait; kendisiyle ve çalışmalarıyla ilgili bilgileri içeren http://onlinefavbar.com/mukas adresli siteyi bir incelemenizi tavsiye ederim. Üzerinde bulunan ATMEL ATMega16 mikrokontrolcünün temel kodlaması da ona ait ancak bu kodların son halini ben vermiş bulunmaktayım. Bir üst katta robotumuzun tüm güç ihtiyacını karşılayan dört adet akümüz yer almakta. Bu aküleri otomobil aküleriyle karıştırmayın derim; onlara göre çok küçükler ama hala çok ağır olmayı başarabiliyorlar. Bu katın hemen üstündeyse APES'in beyni yani ana bilgisayar modülü yer almakta. En üstteyse yatay ve dikey hareketini sağlayan motorları ve iki adet kamerasıyla APES'in kafası ve bu kafayı kontrol eden, kameraların görüntüsünü bilgisayara ileten küçük iki kartımız bulunmakta. Genelde yurdum insanının aklına robot deyince insana benzer yaratıklar gelse de, bizimki üstünü güzelce tenekelersek R2D2 (bilmeyenler için Star Wars; nam-ı diğer Yıldız Savaşları filmlerinde yer alan, konuşma yetisi dışında insanlardan çok daha zeki olmayı başaran sevimli robottur kendisi) kıvamını yakalayabilecek gibi gözüküyor.

APES projesi ve laboratuarımızda yapılan tüm diğer çalışmaları incelemek isteyenler için sitemiz: http://www.isl.ee.boun.edu.tr

Siftah

Bakalım neler yer alacak, nasıl dolacak bu blog...